Ana içeriğe atla

Ortadaki Doğu: Filistin

Ortadaki Doğu yazı serimin ilk bölümü olan bu yazıları kağıda dökerken; bir yandan da bölgede tam bir ay önce başlayan, yeni ve belki de son olmayacak çatışmaları televizyon ekranlarından takip ediyorum. Füze ıslıklarının kuş seslerini bastırdığı; Tank namlusuna karşı sapan tutan kadınların, çocukların, bahtsız toprakların ülkesi: Filistin.


Filistin Kelimesi

Filistin kelimesi, ilk olarak Romalılar tarafından kullanılıyordu ve bu geleneği İngilizler sürdürecekti. Filistin kelimesinin kökeni Yunanca "Filistinlerin yurdu" anlamına gelen "Philistia" sözcüğünden gelir. Antik Filistinliler, MÖ 12. yüzyılda güney sahilinde, Tel Aviv-Yafa ve Gazze arasındaki küçük bir bölgeyi ele geçirmiş ve bu bölgeye Antik Yunan yazarlar tarafından ilk kez "Philistia" ismi verilmiştir.

Filistin adı, 2. yüzyılda Romalılar tarafından Suriye Eyaleti'nin güneyini tanımlamak amacıyla "Suriye Filistin'i" şeklinde kullanılmaya devam etmiştir. Filistin adı daha sonra Arapçaya geçmiş ve İslam tarihinin başlarından itibaren kullanılmıştır.

Bölgenin Uzak Tarihi

Orta Doğu’nun kalbi Kudüs ve bölgesi Filistin, tarih boyunca birçok medeniyetin izlerini taşıyan kutsal bir şehir, bölge olmuştur. Bölgenin tarih öncesi geçmişine özetle bakacak olursak, ilk olarak Taş ve Bakır Çağı'nda Filistin bölgesinde Natufi kültürünün ortaya çıktığını görürüz. Orta Taş Devri'nde Natufiler mağaralarda yaşayarak muhtemelen ziraatla uğraştılar. Cilalı Taş Devri'nde hayvanları evcilleştirmeye, tahıl yetiştirmeye ve kasabalar kurmaya başladılar. Jericho ve çevresinde bu döneme ait gelişmeleri gösteren kalıntılar bulunmaktadır.

Filistin'de Taş Devri'nden Bakır Çağı'na geçiş MÖ 5. ila 4. binyıllarda gerçekleşti. Gassuliler muhtemelen MÖ 4. binyılda bölgeye göç ettiler. Gassulilere ait kalıntılar güney Filistin'de bulunmaktadır. Bronz Çağı'nda Filistin'de birçok kasaba kuruldu ve bu kasabalar genellikle bağımsız şehir devletleri olarak varlıklarını sürdürdü. Mısır'ın siyasi etkisi altında oldular. Orta Bronz Çağı'nda meşhur İsrailoğulları'nın Filistin'e girişi gerçekleşti. Bu dönem, Eski Ahit ve Tanah'taki olayların arka planını oluşturacaktı. Filistin'deki yerleşimciler, tarıma dayalı şehir hayatını benimsemişlerdi.

Son Bronz Çağı'nda Mısırlılar Filistin'i işgal etmeye başladı. Hz. Süleyman döneminde İsrailoğulları'nın ekonomik başarıları yaşandı. Bundan hareketle Yahudilerin günümüzde de parayı kontrol edebilme kabiliyetlerine şüphesiz tesadüf değildir diyebilirim. Daha sonra İsrail Krallığı, Asur ve Babil hakimiyeti altında zayıfladı. Bu dönem de yazımın ilerleyen satırlarında da bahsedeceğim Babil Sürgünü yaşanacaktı. Perslerin egemenliği sırasında Yehuda topraklarının ve Kudüs Tapınağı'nın yeniden inşasına başlandı. MÖ 538'de 2. Cyrus'un yayınladığı bir fermanla Yehuda toprakları ve Kudüs Tapınağı'nın yeniden inşası emredildi. Yahudiler sürgünden dönerek İkinci Tapınak'ı inşa ettiler. Ardından Roma ve Arap hakimiyetine giren bölge İslamiyet ile birlikte üç semavi din için de çok önemli bir nokta haline geldi.

Emevi, Abbasi ve Fatımi hakimiyetinden sonra Hristiyanlar Haçlı Seferleri düzenleyerek Kudüs'ü almak istediler fakat bu tam anlamıyla gerçekleşemedi, ilki hariç seferler başarısızlıkla sonuçlandı. Filistin, Haçlı Seferleri sonrasında Memlük egemenliğinde iki yüzyıl boyunca kaldı. Ancak Yavuz Sultan Selim'in liderliğindeki Osmanlılar, Mercidabık Savaşı'nda elde ettikleri zaferin ardından 24 Ağustos 1516'da bölgenin bir kısmını, ardından ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde tamamını Osmanlı topraklarına kattılar. Kanuni döneminde, özellikle İslam dünyası için önemli olan "Harem-i Şerif" bölgesinin bakımı ve çevresindeki duvarların yeniden inşası gerçekleştirildi. Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflama döneminde, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa, Filistin'i ele geçirdi ve 1840'a kadar Mısır'ın yönetimi altında tuttu ancak daha sonra tekrar Osmanlı idaresine geçti.

Bölgenin Yakın Tarihi

Yazımın devamında ekleyeceklerimle birlikte bölgenin uzak tarihi kısaca böyleyken yakın tarihine bakacak olursak: Bölge, sadece dini değil aynı zamanda siyasi ve etnik çatışmalara da sahne olmuştu, hala oluyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü dönemde bölge, Arap Ulusu gibi bir kavrama sahip değildi. Bölge halkı genellikle göçebe veya bedevi olarak tanımlanıyor, bireyler büyük aşiretlere veya küçük kabilelere bağlı olarak yaşıyorlardı. Bölgeye ulus bilinci İngilizler tarafından, Arabistanlı lakaplı Lawrence aracılığıyla getirildi. Kötü emeller için pompalanan ulus bilinci ve bölge halkını Osmanlı'ya karşı kışkırtma girişimleri, halihazırda "hasta adam" olan Osmanlı İmparatorluğu'nu zora sokacaktı. Nitekim bağımsızlık hareketinin başındaki Şerif Hüseyin, 1. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun 400 küsür yıl hükmettiği ve Müslümanlar için önemli bir şehir olan Kudüs'ün 1917'de kaybedilmesinin sebeplerinden olacaktı. Bu olay bölge tarihinde çok önemli bir döneme girişin kapılarını açacaktı ki Şerif Hüseyin daha sonra Osmanlı'ya başkaldırıp bağımsızlık istediği için pişman olduğunu söyleyecekti.

Bu dönemde, Kudüs'ün İngilizler tarafından ele geçirilmesi, özellikle Hristiyan medeniyetinin zirvesi olarak kabul edilmişti. Sadece Hristiyanlar ve Müslümanlar için değil, aynı zamanda Yahudiler için de son derece önemliydi Kudüs. 19. yüzyılda, vakti zamanında terk etmek zorunda kaldıkları kutsal topraklarına göç eden Yahudiler, toprakları sistemli bir şekilde satın alarak büyüdüler. Bu sürece Siyonizm denir.

Bölgenin Siyonizmle Tanışması ve 1. Dünya Savaşıyla Değişen Konjonktür

Siyonizm, 1850'lerden sonra Yahudiler için vatan kurma fikri olarak ortaya çıktı. Bu fikir, Yahudi cemiyeti lideri Theodor Herzl tarafından savunuldu ve Yahudi Ulusu için vadedilmiş topraklarda bir ulusal vatan kurma hedefi anlamına geliyordu. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında Herzl, Osmanlı hükümetine bir öneri sunarak, Osmanlı'nın borçlarını ödeyip Filistin topraklarında küçük bir Yahudi devleti kurmayı teklif etsede bu öneri 2. Abdülhamit tarafından kabul edilmeyerek, yine onun tarafından Mezopotamya bölgesinden toprak alternatif olarak sunulacaktı. Osmanlı'nın başka bir yerden para bulması ile bu öneriler gerçekleşmedi.


1917'de Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını destekleyen bir başka kişi ve İngiliz bürokrat Arthur Balfour, soyadını alacak bir deklarasyon yayınladı. Siyonistlerin önderlerinden Lord Rothschild'e gönderilen mektup Balfour Deklarasyonu olarak anılıyor. Deklarasyon Filistin'de Yahudilerin de devleti olmasını destekliyordu. İngilizler, buna karşılık aynı zamanda Araplara da bağımsızlık vaadinde bulunarak iki yüzlü bir tutum sergiliyorlardı. Fransa ve İngiltere arasında gizlice imzalanan Sykes-Picot Antlaşması, bölgeyi bu ülkeler arasında ikiye bölüyor, Filistin'de ise uluslararası idare kurulması öngörüyordu. Hatta 1916'da Mısır'daki İngiliz idarecisi Sir Henry McMahon, Osmanlı'nın Arap illerinde Araplara bağımsızlık sözü vermişti ancak, kaderin cilvesi odur ki Çarlık Rusya'nın düşmesinin ardından Lenin'in açıkladığı gizli anlaşmalar hem Yahudilerin hem de Arapların kandırıldıklarını tokat gibi yüzlerine çarptı.

Savaşın ardından kaybeden İttifak Devletleri'nin toprakları mandacılık adı altında paylaşıldı. Orta Doğu'da Faysal'a Irak ve Suudi Ailesi'ne Arabistan verilirken, bölgenin az yukarısında Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Sevr'i dolayısıyla manda altına girmeyi reddederek Osmanlı'nın küllerinden Türkiye'yi doğuruyorlardı. Fransızlarınsa Orta Doğu'da mandacılığı İngilizleri geçememiş; pastadan Suriye ve Lübnan payına düşmüştü.

Devletsiz Millet: Yahudiler

Yahudiler o zamanlar için devletsiz milletti. Tarihten beri birçok kez topraklarından sürülen bu millet için başlıca travmalar; Babil, Roma sürgünleri ve Holokost'tur. Şimdi, bu sürgünlerin tarihi için yine biraz geriye göz atalım. Hristiyanlık öncesi dönemde Yahudiler, Roma İmparatorluğu'na bağlı olarak Kudüs'te yaşıyorlardı. Ancak Hz. İsa'nın gelişiyle birlikte dini dinamikler değişmeye başladı. Hz. İsa'nın soyundan gelmediği için Yahudiler, onu reddettiler ve gerçek Mesih'in kendi soyundan geleceğine inandılar. Hz. İsa, Hristiyanlığı yaymak amacıyla mürit ve öğrencilerden oluşan 12 havariyi görevlendirdi. Bu havarilerden biri olan Yahuda, tüm Yahudilerin kaderini değiştirecek önemli bir figürdü. Ancak Yahuda, Roma'ya ihanet ederek Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesine neden oldu. Bu ihanet, Leonardo Da Vinci'nin "Son Akşam Yemeği" tablosunda da sembolize edilmiştir.

Bu olayların ardından Yahudiler, Roma tarafından sürgüne maruz bırakıldılar ve dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Roma'nın çöküşü sonrasında Avrupa'ya göç eden Yahudilere, çoğu zaman olumlu bir gözle bakılmadı. Hepsi olmamakla birlikte Yahudiler, kendi ırklarının üstün olduğuna ve dünyanın gerçek sahibi olduklarına inandılar. Kabala ve Tevrat gibi Yahudi geleneklerinin temelini oluşturan inançlar, bu dönemde yazıldı. Bu inançlara göre, Yahudi olmayan her insan, onların hizmetçisi ve kölesi olarak görülüyordu. Bu inançlar hala birçok Yahudi çocuğuna öğretilmektedir. Oysa, Osmanlı'da da Yahudiler vardı, refah içinde yaşadılar ve hatta Osmanlı Sultanı 2. Mehmet'in İstanbul'un fethinden sonra onlara tanıdığı ayrıcalıklar bulunmaktaydı. Bu sebeple her Yahudi'nin Siyonist olmadığına; her Siyonist'in de Yahudi olmadığına değinmek istiyorum.

Yahudilerin bir inanışına göre bu sürgün felaketlerinin sebebi, günahlarından dolayı tanrının onları cezalandırmasıdır.

1924 yılına gelindiğinde ABD'nin alacağı bir karara, tarihin seyrini güçlü bir şekide etkilemiştir desem pek yanlış olmaz. Karar, açık kapı politikasının terk edildiğini ve artık ya göçmen alınmayacağını ya da sınırlı sayıda alınacağını söylüyordu. Tarih bir sebep sonuçlar zinciridir. İşte bu sebebin sonucu olaraktan Yahudiler, göç için rotalarını ABD'den, o vakit İngiliz mandası olan Filistin topraklarına çevirdiler. 1920 ile 1939 yılları arasında Filistin'deki Yahudi nüfusu hızla arttı. Neredeyse sınırsızca göç alan bu topraklarda 1919'da Filistin'de yaşayan Yahudi sayısı yaklaşık 60 binken, bu sayı 1932'ye gelindiğinde 190 bine çıkacaktı. Bir İngiliz raporu Filistin'in nüfus olarak artık dolduğunu dahi söylüyordu. Buna mukabil bölgedeki Araplar geçte olsa uyanıyorlardı. Kudüs müftüsü Emin El Hüseyni önderliğinde başkaldırıda bulunuyorlardı. Şüphesiz bu başkaldırılar gün geçtikçe karşılıklı çatışmalara dönüyor bölgeyi kan kokusu kaplıyordu.

Filistin hususu, hiçbir zaman İngiltere'nin diğer sömürgeleri gibi olmamış; diğer sömürgelerine uyguladığı planlar burada işlememişti. Kendi koloni topraklarında çarpışan iki millete hakemlik yapmaya çalışsada tarafların uzlaşıdan uzak olması bunu güçleştiriyordu. Kısaca İngilizler kendi elleriyle yarattıkları bu oyunu yönetemez olmuşlardı.

Yeni Bir Dünya Savaşının Ayak Sesleri

1930'lu yıllara gelindiğinde Hitler'in yükselişi dünyayı kasıp kavuruyordu. Yeni bir savaşın patlak vermesi an meselesiydi. Kudüs müftüsü artan çatışmalar sonrası Berlin'e gitmiş, Hitler'le görüşüyordu. İngilizler bölgede sulhu sağlamak için planlar yazıp çiziyorlardı. Kurdukları komisyon böylesine küçük bir bölgede taban tabana düşman iki milletin yaşayamayacağını belirtiyor; Londra'ya, ancak bölgeye Yahudi göçü duracak olursa barışın sağlanabileceğini söylüyordu. Yeni bir dünya savaşının yaklaştığını fark eden İngilizler Araplarla yeniden barışı tesis etmekte kararlıydılar çünkü yaklaşan savaşta Filistin, stratejik olarak çoğu Orta Doğu ülkesi gibi önemli bir noktaydı. Bundan dolayı bir plan hazırladılar. 1939 Beyaz Kitabı adlı belgedeki planda açıkça şunlar yazıyordu:

“Majesteleri Hükümeti, 1917 Balfour Deklarasyonu'nun, Filistin’in Arap halkının istekleri hilafına bir Yahudi ülkesi haline dönüştürülmesini kastetmediğine inanıyor. Yalnızca Filistin’de kurulacak bir devlet içinde bir Yahudi ulusal yuvası oluşturulmasını destekliyor. Dolayısı ile 1939’dan başlamak üzere, Yahudi göçünün her yıl 15 bin ile kısıtlanması, bu amaca giden yolda gereklidir. Bundan sonraki süreçte Yahudi göçü Arap onayına tabi olacaktır. Yahudilere limitsiz toprak satışı yalnızca kıyı şeridi ile kısıtlı olacaktır. Bu deklarasyonun yayınından on sene sonra burada bağımsız bir devlet öngörülmektedir. O zamana dek Yahudi nüfusu bölgede üçte bir oranına ulaşacaktır. İngiltere, gelecekteki devletin sorunsuz işlemesi için gerekli kurumsal altyapıyı gerçekleştirecektir. Bu yapının içinde Araplar ve Yahudiler dengeli bir şekilde yer alacaklardır. On senelik süreç sonunda bölge böylesi bir devletin oluşmasına hazır hale gelmezse, İngiltere burada yaşayan Arap ve Yahudilere, komşu Arap ülkelerine ve Milletler Cemiyetine danışacak ve buna göre yeni bir strateji belirleme noktasına gelecektir.”

Plan sanki bölgeyi bir süre oyalayarak tüm odağın olası dünya savaşına yönelmesi için ve Arapların İngilizlerle yumuşaması için yapılmıştı. Yeryüzünde çoğu durum karşısında insanoğlu için mutlak memnuniyet olmadığı gibi bu plan kararında da kısmi memnun olan kesimin karşısında memnun olmayan kesim, Yahudiler vardı. Tabii Araplarında tam istediklerini alamadıklarından ötürü plana çok sıcak baktığı söylenemezdi. Siyonizm'in amacı olan bağımsız Yahudi devleti kurma hayali bu planda suya düşecekti. İngiltere, belgede de yazdığı gibi Balfour'un "bağımsız" bir Yahudi devleti kurulması vaadi vermediğini, sadece tabiri caizse "ev" konumunda yaşayabilecekleri bir toprak vadettiğini çeşitli kelime oyunlarıyla Yahudilere söyledi. Adeta kandırılmışlığın öfkesini yaşayan Yahudiler Beyaz Kitaba karşılık savaş yemini edeceklerdi.

Ve 2. Dünya Savaşı

Hitler Almanya'sının Polonya'yı işgali ile başlayan 2. Dünya Savaşı; plana göre doğudan Japonlar, Batıdan ise Almanlar ve İtalyanlar olmak üzere "Ortadaki Doğu" da buluşarak devam edecekti. Bu sebeple olası Nazi zaferi hezimetinin çok daha ağır olacağını düşünen Yahudiler mantıkla hareket edeceklerdi. Savaşın önde gelenlerinden ve daha sonra İsrail'in kurucusu olacak Ben Gurion’un sözleri, Filistin’deki Yahudi toplumunun savaştaki durumunu şu şekilde özetler: “Bu büyük savaşta İngilizlerle omuz omuza ‘Beyaz Kitap hiç yokmuşçasına’ savaşacağız… Beyaz Kitaba karşı ise sanki hiç savaş yokmuş gibi mücadele edeceğiz.” Bu talimatın ardından iç sorunlarını bir kenara bırakan Yahudiler, gönüllü olarak İngilizlerin saflarında Nazilere karşı savaştılar.

Bölgede bunlar yaşanırken yukarıda Naziler Avrupa topraklarında üstünlüğü sağlamış, amiyane tabirle Yahudileri silip süpürüyorlardı. Soykırım olarak kabul edilen Holokost sürecinde, özellikle Yahudiler olmak üzere milyonlarca kişi toplama kamplarında vahşice öldürüldü, deneylerde kullanıldı. Bu tarihsel olay, insanlık tarihindeki en büyük trajedilerden biri olacak ve toplumun Siyonizm'e olan bakış açısını değiştirecekti. Holokost'tan önce insanlar Siyonizm'i sorgulayabiliyorlardı ve çoğu kesim aleyhte düşünüyordu. Sırf vadedilmiş topraklar adı altında başka bir ülkenin topraklarını işgal etmenin; Yahudilerin kutsal kabul ettikleri 10 emirden biri olan öldürmemek sanki yokmuş gibi davranmanın haklılığı tartışılıyordu. Holokost bu kamuoyunu değiştirecek; vahşi Yahudi katliamları, toplama kampları, toplu mezarlar... Bu yaşananlar, Siyonizm'i toplum önünde adeta haklı bir dava yapacaktı. Hitlerin güçlü yükselişi savaşın ilk yarısında galibiyet olarak devam etsede son yarısında çeşitli sebeplerle durum mağlubiyete dönecekti ve nitekim savaşı Naziler kaybetti. Savaş anında ve ardından soykırımdan kurtulan Yahudiler akın akın, güçlü bir kararlılıkla Filistin'e geliyorlardı.

Dünya Barışı Filistin'e Gelmiyor

Savaş bittiğine göre artık sıra Beyaz Kitap kararlarıyla mücadele etmeye gelebilirdi Yahudiler için. ABD'nin de Yahudi desteğiyle, İngilizler iyice sıkışmıştı. ABD'de seçim sonuçlarını önemli ölçüde etkileyebilecek nüfusa sahip olan Yahudiler, başkanlık seçimlerindeki adayların iştahını kabartıyorlardı. 1944 ABD seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti, Nazi kurbanlarının Filistin'e sınırsız göç hakkı olduğunu savundu. Buna karşılık demokrat Başkan Roosevelt, ABD'nin Filistin'de kurulacak bağımsız bir Yahudi devleti için destek vereceğini söyledi. Roosevelt'in ölümünden sonra başkan olan Truman desteği devam ettirdi. ABD'de bunlar yaşanırken Filistin'de Yahudiler gruplara ayrılarak bölgedeki mevcut İngiliz hükümetini ve Arapları yıpratıcı hareketlerde bulunuyorlardı. Birleşmiş Milletler nihayet bölgeye el atacaktı ama bu el bölgeyi daha da bulandırmaktan ileri gitmeyecekti.

Kurulan Birleşmiş Milletler komisyonu hummalı bir çalışmaya çoktan başlamıştı. Bu süreçte bölge kaderini etkileyecek önemli iki olay yaşandı. İlki, mülteci Yahudileri taşıyan geminin limana alınmayarak İngilizler tarafından Almanya'ya geri gönderilmesiydi. Şüphesiz bu hadise ABD'yi öfkelendirmişti. İkincisi ise Yahudi bir grubun dört İngiliz askerini infaz etmesiydi. Bu haber sonrası İngiliz kamuoyu dehşet içindeydi, artık oğullarının ana vatanlarına dönmelerini istiyorlardı. Bu savaş İngiltere'yi de epey yıpratmıştı ve nihayet 1947'de BM komisyonu çalışmalarını bitirdi. Yıllardır sil baştan yapılan planlara bir yenisi daha ekleniyordu. Plana göre:

Filistin'de Filistinlilerin sayısı Yahudilerin sayısının iki katından fazla olmasına rağmen 27 bin kilometrekarelik ülkenin %56'sı 3 parçalı olarak kurulacak Yahudi devletine, %42'si 4 parçalı olarak kurulacak Filistin devletine bırakılıyordu. Filistin'in %2'sinde ise bu planla Kudüs ve Beytullahim şehirlerini kapsayacak şekilde bir "dini tarafsız bölge" oluşturuluyor ve bu bölgenin kontrolü BM'ye bırakılıyordu. Yahudiler plana yanaştı fakat Filistinliler, komşu Arap devletleri ve Arap Birliği bunu reddettiler. 29 Kasım 1947'de BM Genel Kurulu'nda 33 ülkenin oyuyla plan onaylandı. 13 ülke karşı oy vermiş, 10 ülke de çekimser kalmıştı. Filistinlilerin reddettiği bu plan hiç uygulanamadı. Mutlak memnuniyet yine sağlanamamıştı.

Yazımın en başında değindiğim, yıllar sonraki; şu anki savaşta da BM'nin etkinliği tartışılıyor. Geçtiğimiz günlerde masaya yatırılan ateşkes kararı tasarısı reddedildi. Bir karar tasarısının onaylanabilmesi için daimi üyelerden birinin dahi veto etmemesi gerekiyor.

Bu kısır döngü hali ve son planında etkisiyle İngilizler bölgeden tamamen çekildi. Filistin o güne kadar İngilizlerin tamamen çekildiği tek imparatorluk toprağıydı. İngilizlerin gitmesinin ardından Ben Gurion resmi olarak sınırları tam anlamıyla belli olmamakla birlikte İsrail devletini kurdu. Tel Aviv'de 14 Mayıs 1948'de saat 16:00'da ilan edilen kuruluş kararı, son İngiltere birliklerinin bölgeyi terk etmesinin ertesi günü yürürlüğe girdi. Filistinliler, 15 Mayıs'ı "El Nakba" diye anarlar, yani "Felaket" günü. Buna mukabil Arap-İsrail savaşları başladı. Irak, Suriye ve Ürdün doğudan; Lübnan kuzeyden ve Mısır kıyıdan saldırarak önemli ilerleme kaydediyorlardı. Yahudi tarafındaysa tüm dünyadan bölgeye akın akın Yahudi askerler geliyordu. Yaklaşık 2 bin yıldır esaret ve sürgünle yoğrulmuş Yahudilerin kararlı mücadelesi, içlerinde biriken enerji sınırlarını genişletmeleriyle sonuçlandı. İki tarafta çok yıpranmıştı. Savaşın ardından Filistinlilerin çoğu mülteci konumuna düşmüştü, terk etmek zorunda kaldıkları toprakları Yahudiler hızla dolduruyorlardı. Bölgeyi hızla kalkındırma planlarıyla, çiftliklerle, fabrikalarla adeta baştan imar ediyorlardı. Mısır, Gazze Şeridi'ni elinde tuttu. Ürdün de Kudüs çevresindeki toprakları ve şimdi Batı Şeria denen bölgeyi ilhak etti.


Filistin Kurtuluş Örgütü'nün Kurulması

1948'den beri, İsrail'in ortaya çıkışına verilecek karşılığa önderlik etmek için Arap devletleri arasında kıyasıya rekabet vardı. Çoğu zaman bu durum Kudüs'ün hakimiyetinin kimde olacağı tartışmasına da dönüyordu. Filistinliler ise Arap liderler arasındaki olaylara seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. İsrail'in kuruluşundan önce dahi Yahudi örgütlenmeler, gruplar mevcuttu bknz. Irgun, Haganah, Lehi. 1964'te Kudüs'te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ise geçte olsa Filistinli Arapları tek çatı altında toplayan ilk örgütlerdendi. Hemen ardından FKÖ, Arap devletleri tarafından tanındı. Bu devletler FKÖ'nün esasen kendi kontrollerinde kalmasını isterken, Filistinliler gerçekten bağımsız bir örgüt istiyorlardı ve 1969'da örgütün başkanlığını ele geçirecek olan Yaser Arafat'ın amacı da buydu. Kendisine bağlı, beş yıl önce gizli olarak kurulmuş El Fetih örgütü, Ürdün'de İsrail birliklerine ağır kayıplar verdirdi. El Fetih, İsrail'e karşı yürüttüğü başarılı operasyonlarıyla gün geçtikçe ün kazanıyordu.

Orta Doğu'da tarihi bir dönüm noktası olacak, 5 Haziran 1967'de başlayan meşhur 6 Gün Savaşları sonucunda İsrail; Gazze, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Doğu Kudüs'ü ele geçirdi. Mısır'ın hava kuvvetleri daha uçaklarını kaldıramadan savaşın ilk gününde saf dışı bırakıldı. BM, 242 sayılı kararla İsrail'in toprak kazanımını reddetti ve bu topraklardan çekilmesini talep etti. Savaş sırasında 500 bin Filistinli daha mülteci durumuna düşerek çevredeki Arap ülkelere göç etti. Bu zafer İsrail için güven ve istikrar anlamına geliyordu. 1970'lerde, Filistinli örgütler arasında FKÖ'nün lideri Arafat ve Ebu Nidal gibi isimler İsrail ve diğer hedeflere yönelik çeşitli eylemler düzenledi. Ebu Nidal'in örgütü, 1972 Münih Olimpiyatları'ndaki saldırıda 11 İsrailli sporcuyu öldürdü. Arafat, Filistin'in tamamını kurtarmak amacıyla silah kullanırken, aynı zamanda BM'de barışçıl bir çözümü savunuyordu. Bir konuşmasında Siyonist projeyi eleştirdi, ancak Filistinli çabaları desteklediğini belirterek, "Bugün bir elimde zeytin dalı, bir elimde kurtuluş savaşı veren birinin silahı var. Zeytin dalını düşürmeyin" dedi. Bu konuşma, Filistinlilerin uluslararası tanınma çabalarına büyük katkı sağladı. Bir yıl sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan Harold Saunders, Arap-İsrail barış müzakerelerinde Filistin halkının meşru çıkarlarının dikkate alınması gerektiğini belirten bir açıklama yaptı.

1973 yılına gelindiğinde Yom Kippur Savaşı patlak verdi. Yom Kippur, "Kefaret Günü" anlamına gelen bir Yahudi bayramıydı ve taarruzun o gün başlamasıyla adını oradan aldı. Mısır ve Suriye'nin İsrail'e taarruz ederek kaybedilen toprakları geri alma amacı vardı. Bu savaşta önce Mısır ve Suriye ilerlese de sonunda İsrail, bazı bölgelerde 1967 sınırlarının da ötesine geçti. ABD, Sovyetler Birliği ve BM'nin müdahalesi ile ateşkes sağlandı. Savaşın sonucunda Mısır ve Suriye büyük kayıplar verirken İsrail de kayıplar yaşadı. İsrail, ateşkes süreciyle birlikte ekonomik, diplomatik ve askeri açılardan ABD'ye daha bağımlı hale geldi ve Suudi Arabistan, İsrail'i destekleyen ülkelere karşı petrol ambargosu başlatarak küresel bir ekonomik krize yol açtı. BM Güvenlik Konseyi, 338 sayılı kararla tarafları müzakerelere başlamaya ve çatışmayı sonlandırmaya çağırdı.

İsrail İç Siyasetindeki Değişim

1948'de İsrail'in kuruluşunda Irgun ve Lehi gibi aşırı grupların etkisi büyük oldu, ancak bu grupların mirasçısı olan Herut Partisi (sonradan Likud olarak adlandırıldı), 1977'ye kadar hiçbir seçim kazanamadı. İsrail siyaseti, bu tarihe kadar sol kanattaki İşçi Partisi'nin egemenliği altındaydı. Likud ideolojisi, İsrail yönetiminin İngiliz mandasına dahil olan tüm topraklara, yani Ürdün de dahil "Büyük İsrail" olarak adlandırılan topraklara yayılmasını savunuyordu. Eski Irgun lideri Menahem Begin tarafından yönetilen yeni hükümet, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde yerleşim inşaatını hızlandırdı. Bu, 1967'de kazanılan toprakları ileride geri vermemek için gerekçeler oluşturma amacını taşıyordu. Tarım Bakanı Ariel Şaron bu çabaları teşvik etti ve 1981'e kadar yerleşimlerle ilgili bakanlar komisyonunun başkanlığını yaptı. Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, 19 Kasım 1977'de İsrail'e uçup İsrail meclisi olan Knesset'te konuşma yaparak dünya çapında büyük şaşkınlık yarattı. Bu, Mısır'ın İsrail'i tanıyan ilk Arap lider olmasını işaret etti, ancak sadece dört yıl önce Yom Kippur Savaşı'nı başlatan kişi olarak tanınan Sedat, o savaşı sonuçlandıramamıştı.

Mısır ve İsrail, 1978'de Camp David Anlaşmaları'nı imzaladılar. Bu anlaşmalar, Orta Doğu'da barışın temellerini atmış ve Filistinlilere sınırlı bir özerklik verilmesini içeriyordu. Sedat ve İsrail Başbakanı Begin, ikili barış anlaşmasını Mart 1979'da imzaladılar ve Sina Yarımadası Mısır'a geri iade edildi. Ancak Mısır'ın İsrail ile bağımsız olarak anlaşmaya gitmesi, diğer Arap devletleri tarafından boykota uğramasına yol açtı. Sedat, 1981'de birçok Arap lider gibi kendi ordusundaki radikal İslamcı unsurlar tarafından suikasta uğrayarak hayatını kaybetti. İsrail, Lübnan sınırına yakın yerleşimleri korumak amacıyla Lübnan'ın güneyine asker gönderdi, ancak Savunma Bakanı Ariel Şaron bu birlikleri başkent Beyrut'a kadar sürükledi ve FKÖ'yü bu ülkeden çıkardı. Lübnan işgali, İsrail'in Londra büyükelçisine suikast girişimi sonrasında başladı. İsrail birlikleri ağustos ayında Beyrut'a ulaştı. FKÖ milisleri çekilince, Filistin mülteci kampları savunmasız hale geldi. 14 Eylül'de Beyrut etrafında İsrail birlikleri toplandı ve Falanjist lider Beşir Cemayel, başkentteki karargahında meydana gelen bir patlama sonucu öldü. Ertesi gün İsrail ordusu Batı Beyrut'u işgal etti. 16 Eylül'den 18 Eylül'e kadar, İsrail destekli Falanjist milisler, Sabra ve Şatilla kamplarında yüzlerce Filistinliyi öldürdü. Bu, Orta Doğu tarihindeki en ölümcül katliamlardan biriydi. Şaron, katliamın önlenememesi nedeniyle savunma bakanlığından ayrılmak zorunda kaldı. 1983'te yapılan bir soruşturma, onun katliamı engellemek için yeterince çaba sarf etmediği sonucuna vardı. Sabra ve Şatilla katliamları, Ariel Şaron hakkındaki "savaş suçlusu" iddialarının temelini oluşturdu. Bazı görgü tanıkları, İsrail askerlerinin Hıristiyan milislerin kamplarda ne yaptığından haberdar olduğunu ve hatta olayları izlediğini iddia etti.

İntifada Süreci ve Ardı

1987-1993 yıllarındaki intifada, İsrail işgaline karşı Gazze Şeridi'nde başlayan ve kısa sürede Batı Şeria'ya yayılan kitlesel bir ayaklanmaydı. Protestolar, sivil itaatsizlik eylemlerine dönüştü; genel grevler düzenlendi, İsrail ürünleri boykot edildi, duvarlara yazılar yazıldı ve yollarda barikatlar kuruldu. Ancak uluslararası dikkati çeken protesto şekli, ağır silahlarla donatılmış İsrail askerlerine sapanla taş atan Filistinlilerdi. İsrail ordusu buna karşılık verdi ve birçok Filistinli sivil yaşamını yitirdi. 1993'e kadar süren bu ayaklanma sırasında toplam can kaybı binleri aştı. 1988'de İsrail, askeri gücüne rağmen 1987'de başlayan intifadayı durduramamıştı ve İsrail işgali altındaki Filistinlilerin büyük bir kısmı bu eylemleri destekliyordu. Sürgündeki FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) için de bu ayaklanma ciddi bir tehditti, çünkü dikkatler işgal altındaki topraklara odaklanmıştı.

FKÖ'nün sürgündeki hükümeti olan Filistin Ulusal Konseyi, Kasım 1988'de Cezayir'de toplandı ve BM’nin "iki devletli" çözümünü kabul etti. Bu kararda terörizm kınandı ve BM Güvenlik Konseyi'nin 242 sayılı kararına dayalı müzakereler istendi. 242 sayılı karar, 1967'de İsrail'in ele geçirdiği topraklardan çekilmesini öngörüyordu. ABD, FKÖ ile diyalog kurmaya başladı, ancak İsrail, FKÖ'yü hala terör örgütü olarak görüyordu ve muhatap almak istemiyordu. İsrail Başbakanı Yitzak Şamir, işgal altındaki topraklarda seçimlerin yapılmasını önererek kendi kaderini tayin hakkına ilişkin bir anlaşmaya varılmasını istedi. 1991'de çıkan Körfez Savaşı, FKÖ için olumsuz sonuçlar doğurdu. Yaser Arafat, Irak'a destek verdiği için Körfez bölgesindeki finansal destekçilerini kaybetti. Körfez Savaşı sonrası, ABD yönetimi Orta Doğu'da barış arayışına ağırlık verdi. ABD Dışişleri Bakanı James Baker'ın yoğun ziyaretleri, Madrid'de uluslararası bir zirve düzenlenmesine yol açtı. Suriye, Golan Tepeleri'nin geri alınması amacıyla katılmayı kabul etti. Zirveye Ürdün'de katılacaktı. Ancak İsrail Başbakanı Yitzak Şamir, FKÖ'yü terör örgütü olarak görüyordu ve bu nedenle doğrudan müzakere yapmak istemiyordu. Bu yüzden Filistin-Ürdün heyeti oluşturuldu. Zirve öncesinde ABD, İsrail'in işgal altındaki topraklarda yerleşim birimlerinin inşaatını askıya alarak 10 milyar dolarlık kredi garantisini durdurdu. 30 Ekim'de başlayan tarihi zirve, eski düşmanların karşılıklı açıklamalarını yapmalarına fırsat verdi. Filistinliler, İsrail ile paylaşılan bir geleceğin umutlarını dile getirdi. Şamir, İsrail'in meşruiyetini savundu. Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Eş Şara ise Şamir'in terör geçmişini eleştirdi. 1993'te Oslo Barış Süreci başladı. İsrail'de İşçi Partisi'nin iktidara gelmesi, barış sürecini hızlandırdı. Rabin, Peres ve Beilin gibi İsrail liderleri Filistinlilerle barış için uygun bir ekibi oluşturdu. İsrail, FKÖ'nün katılımına itirazını kaldırdı. Daha sonra Norveç'in girişimiyle gizli müzakereler başladı. Oslo Anlaşması, İsrail'in işgal altındaki topraklardan aşamalı olarak çekilmesi karşılığında Filistin devletini tanımasını içeriyordu. Bu anlaşma, Arafat ve Rabin arasındaki tarihi tokalaşma ile sonuçlandı.

Güvercin Peres, Şahin Netanyahu

1994 yılında İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), İlkeler Deklarasyonu'nun nasıl uygulanacağına dair anlaşmayı Kahire'de imzaladılar. Bu anlaşma gereği İsrail, Gazze Şeridi'nin çoğunu terk ederken sadece Yahudi yerleşimleri ve çevresindeki arazilerde varlığını sürdürecekti. Batı Şeria'da ise Eriha şehrini Filistinlilere devredecekti. Ancak bu anlaşmanın uygulanması zorlu pazarlıklar gerektiriyordu. Özellikle El Halil'deki bir katliam neredeyse görüşmelerin kesilmesine yol açtı. İbrahim Camii'nde sabah namazı kılan Filistinlilere makineli tüfekle ateş açan Yahudi yerleşimci Baruch Goldstein, 29 kişiyi öldürdükten sonra öldürüldü. Anlaşmanın içerdiği zorluklar arasında İsrail'in işgal altındaki topraklardan çekilmesi, Kudüs'ün statüsü, işgal edilmiş topraklardaki Yahudi yerleşimlerinin durumu ve 1948'den 1967'ye kadar zorla göç ettirilen 3,5 milyon Filistinli mültecinin durumu bulunuyordu. Barış sürecini eleştirenler 1 Temmuz'da suskunluğa büründü. Çünkü Yaser Arafat, bu tarihte Filistin topraklarına geri döndü ve Filistin Kurtuluş Ordusu İsrail'in boşalttığı bölgelere yerleştirildi. Filistin Ulusal İdaresi, özerk yönetimin başkanı olarak Arafat'ı kabul etti. 1996'deki seçim de bu durumu onayladı. 1995 yılında 2. Oslo Anlaşması imzalandı. İsrail'in sol kanattaki liderleri, barış sürecini hızlandırdı. Ancak süreç içinde İsrailli ve Filistinli militanlar arasında şiddet olayları yaşandı. İsrail, özerk yönetimin topraklarına giriş çıkışları kısıtladı ve suikastlar düzenledi. Ayrıca yeni yerleşim birimleri inşa edilmeye devam etti.


24 Eylül 1995'te 2. Oslo Anlaşması imzalandı ve Batı Şeria üçe bölündü. A Bölgesi, Filistin idaresine tamamen bırakıldı, B Bölgesi ortak kontrol altına alındı ve C Bölgesi ise İsrail tarafından kontrol edilse de Filistinli tutukluların serbest bırakılmasını içeriyordu. Ancak bu anlaşma Filistinlileri pek heyecanlandırmadı ve İsrail'deki sağ kanattan tepki aldı. Anlaşmanın ardından, Başbakan Yitzak Rabin 4 Kasım 1995'te aşırı dinci bir Yahudi tarafından öldürüldü. Suikast, dünya genelinde büyük bir şok yarattı ve "Güvercin" olarak bilinen ve barış sürecinin mimarı olarak kabul edilen Şimon Peres başbakan oldu. 1996 yılına girildiğinde anlaşmazlık yine kan dökülmesine yol açıyordu. Hamas örgütü İsrail içinde bir dizi intihar eylemleri düzenledi. İsrail, Lübnan'ı üç hafta süreyle bombaladı. Peres 29 Mayıs'taki seçimlerde, sağcı Binyamin Netanyahu'ya kıl payı yenildi. Adeta "Şahin" davranışları destekleyen Netanyahu, Oslo anlaşmalarına karşı çıkıyor, ''güvenlik içinde barış'' tezini işliyordu. Netanyahu işgal topraklarında yerleşim inşasının dondurulması kararını kaldırarak Arapları öfkelendirdi. El Aksa Camii'nin altına, arkeolojik amaçlarla bir tünel kazılması için izin verince de tepkiler daha da şiddetlendi.

İsrail mevcut barış sürecini eleştirmesine rağmen ABD'nin artan baskısı sayesinde Ocak 1997'de El Halil şehrinin yüzde 97'sini Filistinlilere devretti. ABD'de 23 Ekim 1998'de imzaladığı Wye River Beyannamesi ise, Batı Şeria'dan çekilmenin sürmesini öngörüyordu. Fakat Wye River'ın uygulanmasına ilişkin itirazlar, Ocak 1999'da İsrail'de iktidardaki sağ koalisyonun çökmesine yol açtı. 18 Mayıs'taki seçimlerin galibi İşçi Partili Ehud Barak'tı. İsraillilerle Araplar arasındaki 100 yıllık kavgayı sona erdirmeyi vadediyordu yeni başbakan. Oslo anlaşmalarında öngörülen beş yıllık geçiş süresi, 4 Mayıs 1999'da sona erdi ama Yaser Arafat tek yanlı Filistin devleti ilanından vazgeçirildi. Amaç İsrail'deki yeni yönetimle pazarlığa yeniden başlanmasıydı. 2000 yılına gelindiğinde, İsrail-Filistin barış süreci oldukça sıkıntılı bir döneme girmişti.

Ehud Barak hükümeti, barışa ulaşma umuduyla başladı, ancak barışın temellerinin atılması konusunda iyimserlik zamanla azaldı. Eylül 1999'da Wye River Anlaşması imzalandı ancak işgal altındaki topraklardan geri çekilme konusunda anlaşma sağlanamadı. Kudüs, mülteciler, yerleşimler ve sınırlar gibi nihai statü konularında da ilerleme kaydedilemedi. Barak, Suriye ile barış görüşmelerine odaklandı ancak bu konuda da başarı elde edilemedi. İsrail, 21 yıl süren Lübnan işgalini sona erdirdi.


İkinci İntifada ve Şaron İktidarı

Mayıs 2000'de İsrail, Lübnan'dan çekildi ve dikkatler Yaser Arafat'a yöneldi. ABD Başkanı Bill Clinton ve Ehud Barak, Camp David'de tüm konularda nihai bir anlaşma yapmayı amaçlayan görüşmelere başladı. Ancak Kudüs'ün statüsü ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları konularında uzlaşma sağlanamadı. Belirsizlik devam ederken, muhalefetteki Likud Partisi lideri Ariel Şaron, Mescid-i Aksa'nın bulunduğu kompleksi ziyaret etti. Bu ziyaret büyük tartışmalara yol açtı ve Filistinliler arasında El Aksa İntifadası ya da İkinci İntifada olarak bilinen ayaklanmalar başladı. 2000 yılının sonlarına gelindiğinde, İsrail-Filistin çatışması giderek şiddetlendi. Ehud Barak istifa etti ve Ariel Şaron seçimleri kazandı. Şaron döneminde, Filistinli militanlara yönelik operasyonlar arttı ve aynı dönemde Filistinli militanlar İsrail şehirlerinde intihar saldırıları düzenledi. Uluslararası çabalar şiddeti durdurmaya yönelik oldu, ancak döngüyü kırmak zorlu bir görevdi. 2002 yılında, bir dizi intihar saldırısının ardından İsrail, Batı Şeria'nın büyük bir kısmını işgal etti. Birçok Filistin şehri kuşatma altına alındı, bağlantıları kesildi ve sokağa çıkma yasakları uygulandı. İsrail, Cenin mülteci kampına girdi ve bu operasyonlarda şiddet olayları ve insan hakları ihlalleri tartışma konusu oldu. Uluslararası çabalar, "Dörtlü" olarak bilinen Birleşmiş Milletler, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Avrupa Birliği'nin oluşturduğu bir "yol haritası" ile barış sürecini canlandırmaya çalıştı. Ancak bu dönemde de şiddet olayları devam etti. 2000'lerin ortalarına gelindiğinde, İsrail-Filistin çatışması hala çözüme kavuşmamıştı ve bu dönem, taraflar arasındaki gerginliğin arttığı bir dönemin başlangıcıydı.

2003 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, Orta Doğu politikasını açıkladı. Bu açıklamada, Filistinlilere "teröre taviz vermeyen" bir lider seçmeleri çağrısında bulundu. Ayrıca, Filistinli militan gruplar yoğun müzakereler sonrasında haziran ayında ateşkes ilan etti, ancak bu ateşkesten yalnızca 7 hafta süresince uyuldu. Bu gelişmeler, Orta Doğu'da yaşanan karmaşık siyasi ve güvenlik sorunlarının çözümlerinin çok zor olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. İsrail'in hava saldırıları ve Filistinli militanların intihar saldırıları hız kesmeden devam etti. İsrail'in mart ve nisan aylarında Hamas'ın ruhani lideri Şeyh Ahmet Yasin'le örgütün önde gelen isimlerinden Abdülaziz Er Rantisi'yi öldürmesi Filistinliler arasında büyük tepkiye neden oldu. İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Gazze'den yerleşimcileri ve askerleri çekme planını açıkladı. Aynı yıl içinde İsrail Yüksek Mahkemesi, saldırılara karşı Batı Şeria'ya yapılacak duvarın güzergahının değiştirilmesi gerektiğine hükmetti. Temmuz ayında da Lahey Adalet Divanı duvarı yasadışı ilan etti. Ancak İsrail bu kararlara rağmen duvar inşasını sürdürdü. Ekim ayının sonlarında rahatsızlanan Filistin lideri Yaser Arafat, 11 Kasım'da tedavi için götürüldüğü Fransa'da hayatını kaybetti.

FKÖ'nün Yeni Lideri Mahmud Abbas

Mahmud Abbas, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğine getirildi. Ocak ayında Filistin'de yapılan seçimler sonunda Mahmud Abbas özerk yönetimin başkanlığına getirildi. Ariel Şaron ise, Gazze'den çekilme planı için hükümetinden onay aldı ve plan ağustos ayı sonunda yaşama geçirildi. Gazze'de bulunan yerleşimciler zorla bölgeden uzaklaştırıldı. 2006, Orta Doğu'da yine önemli olayların yaşandığı bir yıldı. İsrail'de siyasi değişiklikler oldu. Ehud Olmert yeni bir parti kurarak iktidara geldi. İsrail, temmuz ayında Lübnan'a karşı savaş başlattı, ancak eleştirilere maruz kaldı. Filistin'de Hamas, seçimlerde zafer kazandı, ama uluslararası ambargolarla karşı karşıya kaldı. Hamas ve El Fetih arasındaki gerilim arttı ancak uzlaşma sağlanamadı. Bu yıl, Orta Doğu'da siyasi istikrarsızlığın arttığı bir dönemin yalnızca bir örneğidir. Hamas ve El Fetih, Mekke'de buluştular ve ulusal birlik hükümeti kurma anlaşması yaptılar fakat bu hükümet çatışmalara sahne oldu ve Haziran 2007'de Hamas, Gazze Şeridi'nin kontrolünü ele geçirerek Mahmud Abbas liderliğindeki hükümeti devirdi.

2008'de İsrail ve Gazze arasında sık sık roket saldırıları ve çatışmalar yaşandı. İsrail, Gazze Şeridi'ni kuşatmaya aldı ve ambargoyu sıkılaştırdı. Aralık 2008'de İsrail, "Dökme Kurşun Operasyonu" adını verdiği bir askeri operasyon başlattı. Operasyon sırasında Gazze'ye yoğun hava saldırıları düzenlendi, birçok sivil kayıp verdi ve büyük yıkımlar meydana geldi. 2009'da İsrail ve Hamas arasında bir ateşkes anlaşması yapıldı. Ancak bu dönem boyunca da tansiyon yüksekti ve zaman zaman çatışmalar tekrar alevlendi. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas'ın görev süresi 2008'de fiilen doldu, ancak devlet başkanlığı seçimleri ertelendi. Bu, Filistin'deki iç siyasi karmaşıklığın bir yansımasıydı.


Türkiye-Filistin-İsrail Denklemindeki Dönüm Noktası: Mavi Marmara

2010'lu yıllar, sadece bölgedeki iki aktör için değil Türkiye için de çetin başladı. 2010 yılında Mavi Marmara gemisine yapılan saldırı Türkiye'de şok etkisi uyandırdı. İsrail donanması, uluslararası sularda Gazze'ye yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine baskın düzenledi. Bu operasyon sırasında 9 Türk yardım gönüllüsü hayatını kaybetti ve birçok kişi yaralandı. Olay, uluslararası arenanın yanı sıra Türkiye'de de büyük yankı ve tepkilere neden oldu. Olayın ardından Türkiye-İsrail ilişkileri uzunca bir süre sarsılacaktı.

2011'de Filistin, Birleşmiş Milletler'e tam üye devlet statüsü kazanmak için başvuruda bulundu. Bu, Filistin'in uluslararası alanda daha fazla tanınmasına ve statüsünün yükseltilmesine yönelik bir girişimdi. Aynı yıl, İsrail ve Hamas arasında Gilad Şalit adlı İsrailli askerin serbest bırakılması ve Filistinli mahkumların serbest bırakılması için anlaşma sağlandı. UNESCO, Filistin'i 194. üye olarak kabul etti. Bu, Filistin'in uluslararası organizasyonlarda daha fazla yer almasını sağladı. 2012'de İsrail ve Gazze Şeridi arasında yaşanan çatışmaların ardından Mısır'ın arabuluculuğunda bir ateşkes sağlandı. Aynı yıl Hamas ve El Fetih, Filistin'de hükümet kurma konusunda anlaşmaya vardılar. BM, Filistin'e BM'de gözlemci devlet statüsü verdi. 2013'te İsrail ve Filistinliler, ABD'nin arabuluculuğunda doğrudan barış görüşmelerine başladılar, ancak bu görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı yılın yaz aylarında Batı Şeria'da Filistinliler ve İsrail arasında şiddet olayları yaşandı. 2014 yılında İsrail, Gazze'ye 51 gün süren bir saldırı başlattı. Bu operasyon sırasında çok sayıda Filistinli öldü. Filistin, Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne İsrail aleyhine suç duyurusunda bulundu. 2016'da Rusya, İsrail-Filistin sorununa ilişkin açıklamalar yaptı ve Filistin devletinin kurulması gerektiğini vurguladı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İsrail'in işgal altındaki Filistin topraklarında yerleşim faaliyetlerini durdurmasını öngören bir karar aldı. 2017 yılında Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya yönelik güvenlik önlemleri nedeniyle çatışmalar yaşandı.

2018'de İsrail parlamentosu, Kudüs'ü İsrail'in bölünmez başkenti olarak tanımlayan bir yasa kabul etti ve akabinde Donald Trump başkanlığındaki ABD, Tel Aviv'deki büyükelçiliği düzenlenen törenle işgal altındaki Kudüs'e taşıdı. Ayrıca, İsrail'i Yahudi devleti olarak tanımlayan bir yasa kabul edildi. Bu, Arap nüfusu ve Arapça dilini etkiledi ve tartışmalara neden oldu. 2019'da, İsrail askerlerinin şiddet olayları ve Filistinlilerin protestoları durmadan devam etti.

Asırlık Sorun

Tarihleri yuvarlayacak olursak 1920'li yıllardan 2020'li yıllara kadar süregelen Filistin sorunu, tabiri caizse yılan hikayesine dönmüştü. Günümüz yılları, İsrail-Filistin çatışmalarının bazen şiddetlenip bazen durulduğu yıllar olarak tarihe geçecek. 2020'de, "fiyat etiketi" çatışmaları olarak bilinen radikal İsrailli yerleşimcilerin, Filistinlilere karşı gerçekleştirdiği eylemler, genellikle yerel Filistinlilere veya İsrail güvenlik güçlerine yönelik zarar verme veya saldırılara dayanıyordu. "Fiyat Etiketi" ismi, saldırının hükümetin yerleşimcilerden aldığı yerleşimler için bir "fiyat" ve Filistinliler tarafından yapılan saldırıların intikamı olduğu iddiasıyla saldırının olduğu yere karalanmış "fiyat etiketi" kelimesinden türetildi. Örnek olaylardan biri, 24 Ocak 2020'de Doğu Kudüs'ün Beit Safafa semtinde bir caminin yakılması ve İbranice grafitilerin duvarlara püskürtülmesiydi.


Ayrıca, 2020'de Kudüs'teki bir arabalı saldırıda birçok kişi yaralandı. Saldırı, Hamas tarafından, Trump'ın barış planına bir tepki olarak tanımlandı. 2021'de İsrail ile Filistin arasındaki gerilim, bir süreliğine sakinlik döneminin ardından tekrar tırmandı. Nisan 2021'de Kudüs'te, Ortodoks Yahudilere yapılan saldırıları içeren videoların sosyal medyada paylaşılmasına öfkelenen Yahudi gençlerin Filistinlilere saldırdığı ve Filistin karşıtı sloganlar attığı olaylar yaşandı. Ardından "Araplara Ölüm!" sloganları atan aşırı milliyetçi Yahudiler, Şam Kapısı'na yürüdü. Çatışmalar, polis ve Filistinliler arasında kavga ve çatışmalara dönüştü. Şiddet olayları Kudüs'ün dışına yayıldı ve Hamas, Gazze'den İsrail'e roket saldırıları düzenleyerek karşılık verdi. 11 günlük yoğun çatışmalar sonucunda İsrail ve Hamas arasında Mısır arabuluculuğunda bir ateşkes anlaşması sağlandı fakat ilk olmayan bu ateşkes son da olmayacaktı. İsrail, aldığı radikal kararlara bir yenisini daha ekleyerek kamusal alanlarda Filistin bayrağını yasakladı. Bu karar Filistinliler tarafından tepkiyle karşılandı. Trajikomik bir çözüm olarak karpuz fotoğrafını simge olarak kullandılar çünkü Filistin bayrağı renklerini karpuz dilimi renkleriyle bağdaştırıyorlardı. Bu durum aynı şekilde bazı sosyal medya platformlarının sansürlerine karşı da kullanıldı.

İsrail güçleri, Filistin bölgelerine düzenlediği baskınlar sırasında ölümlere neden olmuş, bazen kendilerine saldırıldığını öne sürmüşlerdir. Zaman zaman ise Filistinliler isyan bayrağını çekerek ilk kurşunu sıkmışlardır. Bunun son örneği ben bu yazıları yazarken acı bir şekilde yaşanıyor. Hamas'ın 7 Ekim 2023'te başlattığı "Aksa Tufanı" harekatı, ilerleyen günlerde resmi savaş halini alarak, dünya gündemine bomba gibi düştü. Dünya medyası bu olayı "İsrail'in 11 Eylül'ü" diye manşetlerken; İran'ın, Hamas'ı bu harekat için yaklaşık iki yıl boyunca hazırladığı iddialar arasında. İsrail'in "şahin" başbakanı Netanyahu'nun siyasi olarak güç kaybettiği bir anda böyle bir savaşın patlak vermesi benimle birlikte çoğu insanı düşündürüyor. İsrail gizli servisi MOSSAD harekatı bilmiyor muydu? Biliyorsa bu istihbarat hükümetten saklandı mı? Saklanmadıysa saldırı bilinçli olarak mı önlenmedi? Sorular şu an için cevapsız. Cevabı olan tek şey ise: Bu bahtsız topraklardaki kan kuruyacak mı? Hayır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Daha Fazlası

Authoritarianism on The Stage of World Political History

Authoritarian regimes are generally oppressive, authoritarian and authority-centred governments. In these regimes, usually one person or a group holds control over the political, social and economic spheres of society. The origins of authoritarian regimes extend to different periods and geographies throughout history. Authoritarianism: With its definition, history and representatives, it has an important place in the political literature. Authoritarian regimes are systems of government that are unwelcome, oppressive, and generally held by a single leader or small group of political power. This leader or group usually tries to control the society by using rigid and authoritarian methods. In authoritarian regimes, civil liberties may be limited, opposition power is weak, freedom of expression may be restricted, oppositional views may be suppressed, and elections may be rigged or manipulated.     Authoritarian regimes first begin on the stage of history with the Roman Empire an...

Kısastaki Hayat; İdam

  Geçtiğimiz günlerde ancak hayvandan daha aşağı birinin yapabileceği bir cinayetin daha haberini okuduk. Gece sıralarında İzmir'in Gaziemir ilçesinde gerçekleşen olayda, maskeli ve kapüşonlu bir kişi olan Delil Aysal, evli ve 2 çocuk babası olan Oğuz Erge'nin kullandığı taksiye bindi ve onu vahşice katletti. Bu haber, son zamanlarda kamuoyunu çokça meşgul eden "eşkıyalıkların" nedeninin ve cezaların yetersizliğinin bir kez daha sorgulanarak gündeme gelmesine sebep oldu.  Yaşanan olayda Erge, kimsenin taksiye almadığı Aysal'ı "Hava soğuk, insanları yolda bırakmak olmaz." diyerek almıştı oysa. Bir süre taksiyi çeşitli adreslere dolaştıran Aysal, ineceğini söyleyip cebinden para alıyormuş gibi yaparak yanındaki ruhsatsız tabancayı çıkardı ve sonrası malumumuz.  Bu vahşi olay ilk değil ve görünen o ki eğitim ve adaletteki boşluklardan sebeple son da olmayacak. Bu olaydan aylar önce yaşanan, çoğumuzun kanını donduran İstanbul/Esenyurt'taki tekel bayii va...

Sovyet Sonrası Türk Devletleri̇ndeki̇ Gölgede Kalan Demokrasi̇

 Son yıllarına doğru kan kaybetmeye başlayan Sovyetler Birliği, 1991'in soğuk bir aralık gününde tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Mü acaba? Yoksa hala bir yerlerde Sovyet güdüsü hüküm mü sürüyor? Tam anlamıyla Sovyetler Birliği devam ediyor diyemem fakat Sovyetler Birliği'nin ardında bıraktığı otoriter rejim anlayışı çoğu Türk devletinde devam ediyor.  Her cumhuriyet demokrasi ile yönetilmeyebilir. Çoğunlukla birbirine karıştırılan cumhuriyet ve demokrasi kavramları esasında çok farklı olmamakla birlikte birbirlerinden ayrı şeyleri ifade etmektedir. Devlet başkanının soyuna dayalı olmayan bir yönetim biçimi anlamına geliyor cumhuriyet. Demokrasi ise yönetim biçiminde halkın egemenliğinin esas alınması anlamına geliyor. Kavramları basitçe öğrendiğimize göre vereceğim birkaç örnek yerinde olacaktır. Günümüzde Birleşik Krallık'ın yönetim biçimi monarşidir yani soya dayalı olarak hala krallık/kraliçelik devam etmektedir fakat bunun yanında halkın egemenliği birçok cumhuriyeti...

Advantages and Disadvantages of Authoritarian Regimes

Many countries in the world are governed by different political systems, and authoritarian regimes are an important one of these systems. Authoritarian regimes are forms of government based on power and oppression, which generally clamp down on the political freedoms of societies. It has some advantages and disadvantages of its own. This system, which is very successful in decision making speed and efficiency, allows a single leader or a small group of managers to handle the decision mechanism. This ensures that the decision-making process is fast and efficient. By reducing bureaucratic complexity, it allows the government to implement its policies quickly and to implement projects quickly. Authoritarian regimes that focus on stability and security are more successful than other regimes in providing security and stability to the society. With a single leader sitting in the seat of power and a strong state apparatus, it can help reduce internal conflicts and political crises. This can ...